top of page
  • Yazarın fotoğrafı: Seda Küçük
    Seda Küçük
  • 27 Ağu
  • 2 dakikada okunur
Sosyal medya… Başlangıçta bir iletişim aracı olarak hayatımıza girdi. Eski dostları bulmak, haberleşmek, fikir paylaşmak için bir köprüydü. Ancak zamanla bu köprü, bizi gerçek hayattan koparan dijital bir labirente dönüştü. Bugün birçok insan saatlerini ekran karşısında, başkalarının hayatlarına tanıklık ederek geçiriyor. Herkes mutlu görünüyor. Gülümseyen yüzler, filtrelenmiş anlar, mükemmel tatiller… Ama gerçekten öyle mi? Gerçek mutluluğun yerini gösterme çabası mı aldı?

ree

Araştırmalar; sosyal medyada sıklıkla kendini ve mutluluğunu sergileme eğiliminde olan kişilerin, özel hayatlarında daha fazla eksiklik hissettiklerini ortaya koyuyor. Beğenilme arzusu, onaylanma isteği ve takdir edilme çabası dijital çağın görünmeyen bağımlılığı hâline geldi. Öyle ki, takipçi sayısı artmadığında moral bozuluyor, paylaşımlar az beğeni alınca değersizlik hissi yaşanıyor. Sosyal medya, adı “sanal” olsa da birçok insanın psikolojik gerçeği hâline geldi.


ree

İletişim çağında olmamıza rağmen, yüz yüze iletişim yetimizi yavaş yavaş kaybettik. Dijital bir gerçekliğin içinde, samimi bir sohbetin yerini emojiler, göz göze bakmanın yerini ekranlar aldı. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan bir toplum hâline geliyoruz.


Geçmişi hatırlatması gereken sosyal medya, çoğu zaman yük haline geliyor. Eski arkadaşları, eski ilişkileri “merakla” arayıp buluyor, ardından geçmişin duygusal yükünü yeniden sırtlanıyoruz.


Sosyal medya sadece hayatımızı değil, hafızamızı da karıştırıyor. Her yeni paylaşımda bir karşılaştırma, her yorumda bir beklenti…


Beğenmedin, paylaşmadın, yorum yapmadın diye ilişkiler zedeleniyor. Dijital jestler, gerçek ilişkilerin yerini alıyor. Dostluklar, akrabalık bağları, hatta evlilikler bile bu sanal zeminde yıpranabiliyor. Üstelik sosyal medyada paylaşılan “özlü sözler” artık insanlara rehberlik etmek yerine, dijital savaşların silahı hâline geldi.


Bir paylaşım, bir yorum ya da bir “story” ile insanlar birbirine karşı cephe alabiliyor. Nice dostluklar, bu dijital arenada sessizce son buluyor.


ree

Geldiğimiz noktada bir sosyal medya zehirlenmesi yaşadığımız çok açık. Ama panzehir de yine elimizde. Sosyal medyayı doğru ve bilinçli kullanmayı öğrenmek, bu platformları bizi besleyen birer araç hâline dönüştürebilir. Teknolojiden kaçmak değil, onunla sağlıklı bir ilişki kurmak gerekiyor. Bu noktada en büyük sorumluluk da biz yetişkinlere düşüyor. Çünkü sadece kendimizi değil, çocuklarımızı da bu dünyanın içine doğurduk. Onlara dijital okuryazarlık, duygusal farkındalık ve ekran disiplini kazandırmak zorundayız. Aksi takdirde, mutsuz, bağımlı ve kırılgan bir nesil yetiştiriyoruz. Sosyal medya gerçeği görmezden gelinemez. Ancak onu nasıl kullandığımız, hayatımızı nasıl şekillendireceğini belirler. Gerçek mutluluğun filtresiz yaşandığını unutmadan, dijital dünyayı daha sağlıklı bir yer hâline getirmek elimizde.


ree

Sosyal Medyaya Dair Veriler (2024)

  • Türkiye’de bireylerin yüzde 83’ü sosyal medya kullanıcısı.

  • Günlük ortalama sosyal medya kullanım süresi: 3 saat 11 dakika.

  • Gençlerin yüzde 62’si, sosyal medya etkileşimlerinden doğrudan ruh hâli etkilenmesi yaşadığını belirtiyor.

  • 18-24 yaş aralığındaki kullanıcıların yüzde 39’u, “beğeni” sayısı nedeniyle stres yaşadığını ifade ediyor.

  • Yüz yüze iletişim kurmakta zorlanan gençlerin oranı son 5 yılda yüzde 35 artış gösterdi.

Bodrum yine ışıl ışıl, yine büyüleyici… Yaz burada sadece bir mevsim değil; bir ritüel. Her yıl yeniden başlanan, her defasında bambaşka yaşanan bir heyecan. Ama bu yaz, gökyüzündeki güneş kadar parlak değil sokaklar. Bodrum, günden güne büyüyen bir sevdanın yorgunluğunu taşıyor omuzlarında.  O güzelim taş döşemeler artık hafızalarda birer nostalji. Ağır tonajlı hafriyat kamyonları geçerken yollardaki sabır taşları da çatlıyor. Bodrum’un sokakları ne eski kaldırımlarına sahip çıkabiliyor ne de artan nüfusa uygun bir hizmet altyapısı sunabiliyor. Her yaz biraz daha kırılıyor kent. Her yaz biraz daha yoruluyor.

ree

Bu yıl gözle görülür biçimde azalan turist sayısı, sadece otellerin doluluk oranlarına değil, esnafın yüzündeki gülümsemeye de yansımış durumda. Oysa yıllarca, turisti “kalıcı bir dost” yerine “geçici bir fırsat” olarak gören bir anlayışın gölgesinde ilerledi Bodrum’un ticareti. Şişirilmiş hesaplar, güler yüzün yerini alan hoyratlık ve “nasıl olsa yine gelirler” rehaveti… Ama devir değişti. Artık insanlar kaliteye, samimiyete, şeffaflığa bakıyor.


Peki ya altyapı? Yollar hâlâ kazılı, hâlâ toz içinde. Vidanjör kokuları sabah kahvesine karışıyor. Patlayan ishale hatları “acil” değil, “rutin” oldu. En temel ihtiyacımız olan su, artık bir kriz başlığı. Bazı mahallelere günlerce su verilemiyor. Çözüm mü? Tankerle taşıma su.

Ama bu da başka bir eşitsizlik zinciri yaratıyor. Bugün Bodrum’da 1 metreküp (yani 1 ton) taşıma su, kalitesine göre 500 ila 1000 TL arasında. Ortalama 4 kişilik bir ailenin ayda 20 ton su kullandığını düşünürsek, sırf suya ödenen bedel 10 ila 20 bin TL gibi bir rakama ulaşıyor. Bodrum’da su artık bir yaşam hakkı değil; lüks tüketim maddesi. Yani anlayacağınız suyun adaleti, paranın gölgesinde çoktan boğuldu.


Tekneler, göğe süzülen zarif birer hayal gibi duruyor uzaktan. Ama denize salınan sintineyle birlikte o hayallerin altından kimyasal bir ölüm sızıyor. Deniz köpürüyor, doğa bağırıyor, biz sadece susuyoruz. Bodrum’un artık suyu çıkmış ama kimse bardaktaki son damlayla ilgilenmiyor. Çünkü burada artık ne suyun kıymeti var ne de sessizliğin… Ve biz, gürültülü bir suskunluğun tam ortasında yaşıyoruz.


Ve yangınlar… Her yaz yüreğimizi kavuran, ciğerimizi dağlayan, gökyüzünü kapkara dumanlara boğan o yangınlar… Yanan sadece ormanlarımız değil. Yanan, burada büyüyen bir çocuğun anıları… Bir karacanın yuvası, bir arının çiçeği, bir kuşun kanadı…Yanan, bu coğrafyanın geleceği. Doğa bir kere yanmaz. İlkinde ölür, sonrakilerde susar. Biz o sessizliği hâlâ duymuyorsak, sorun kulaklarımızda değil, vicdanlarımızdadır. Ve şimdi elimizde kalan: güzel ama yorgun bir kent. Büyüleyici ama kırgın bir doğa.


Cazibesini yitirmeye başlayan bir yaz ama biz hâlâ buradayız... Çünkü Bodrum sadece bir coğrafya değil. Bir hayal, bir sığınak, bir yaşam şekli. Ve biz, bu kenti sadece eleştirmek için değil; onarmak için yazıyoruz, anlatıyoruz, çabalıyoruz. Umut hâlâ burada. Bir serin meltemde, bir sokak kedisinin gözlerinde, sessiz bir koyda, sabahın ilk ışıklarında…

Ama o umudu kaybetmek, düşündüğümüzden çok daha kolay.


Sevgilerimle,

Bodrum’un kalabalıktan uzak, hâlâ doğallığını koruyan nadir köylerinden biri Dereköy. Taş evleri, yeşil tarlalarında otlayan inekleri, sabah çaylarını yudumlayan dayıların buluşma noktası köy kahvesi ve mütevazı ilkokuluyla zamanın yavaş aktığı bir yer burası. Bu pastoral atmosferin tam kalbinde ise sizi şaşırtacak kadar farklı ve özgün bir restoran karşılıyor: Dereköy Lokantası.

ree

Bu yıl 6. yaşını kutlayan Dereköy Lokantası, açıldığı ilk günden bu yana çizgisini bozmadan, her sezon kendini yenileyerek yoluna devam ediyor. Bodrum’un gastronomi sahnesinde kendine has bir yer edinen bu lokanta, Michelin Rehberi’nin Türkiye’ye ilk adım attığı yıldan itibaren tavsiye listesinde yer alıyor. Bunu sadece tabaklarındaki lezzetle değil, mekânın ruhuyla da başarıyor. Dereköy Lokantası; sıcak, özgür, yaratıcı ve bir o kadar da cesur bir hikâye anlatıyor.

ree

Yerel Tatlarla Global Tekniklerin Buluştuğu Tabaklar

Lokantanın mutfağında, şef Zişan Altıncaba’nın imzası var. Zişan Şef, çocukluğundan gelen tatları ve anıları, dünya mutfaklarına dair teknik bilgi ve deneyimiyle harmanlayarak her bir tabağa özgün bir karakter katıyor. Menü, Türk mutfağının köklerine sadık ama sınırları aşan bir anlayışla hazırlanıyor.

Burcu Aykıran
Burcu Aykıran

Örneğin; Pekmezli Ciğer, tanıdık bir lezzeti sofistike bir yorumla sunarken Izgara Kereviz, Uzakdoğu’nun tazeliğiyle Akdeniz’in sadeliğini birleştiriyor. Kuru Etli Soka, fermente tatlara meraklı damaklar için bir keşif alanı sunarken Dana İşkembe Gnocchi, cesur bir sentezin nefis bir örneği olarak öne çıkıyor. Kaz Tandır ise Anadolu’nun geleneksel lezzetini rafine bir sunumla günümüze taşıyor.


Her tabak hem görsel hem tat anlamında şaşırtıcı derecede dengeli.Lokantanın mutfağında “alışılmışa meydan okuma” fikri, lezzetle bütünleşmiş durumda.


ree

Bağlardan Gelen İlham, Masalarda Hayat Buluyor

Bu yıl Dereköy Lokantası ekibine, restoran yöneticisi ve sommelier olarak Burcu Aykıran katıldı. Kendisi sadece deneyimli bir sommelier değil, aynı zamanda şarabın bir masaya nasıl anlam kattığını bilen nadir isimlerden biri. Burcu Aykıran liderliğinde hazırlanan şarap menüsü, özellikle yerli butik üreticilerin seçkin örneklerine odaklanıyor.


Burcu Aykıran ve ekibi, şarabı yalnızca bir içki değil, bir anlatı aracı olarak görüyor. Bu anlayışla, misafirlerine yalnızca yeni lezzetler sunmakla kalmıyor, aynı zamanda şarapların ardındaki üretici hikâyelerini, bağ öykülerini ve bölgesel zenginlikleri de paylaşıyorlar. Bu da yeme-içme deneyimini çok daha derin, çok daha özel bir hâle getiriyor.


ree

Bütüncül Bir Deneyim

Dereköy Lokantası, rezervasyon sürecinden misafirin masaya oturtulmasına, ağırlanmasından uğurlanmasına kadar her detayı titizlikle ele alan bütüncül bir hizmet anlayışına sahip. Misafirleri kendilerini lüks bir restoranda değil, iyi tanıdıkları, özenle ağırlanacakları özel bir evde hissediyor.


ree

Doğanın içinden, müziklerin arka planda hafifçe eşlik ettiği bir atmosferde, özenle tasarlanmış tabaklarla buluşmak, burada bir akşam yemeğinden çok daha fazlası. Dereköy Lokantası, Bodrum’un ruhunu içinde barındıran ama bu ruhu özgünlükle yeniden inşa eden bir mekân.


Eğer yolunuz Bodrum’a düşerse, rotanızı biraz içeriye, Dereköy’e çevirin. Sizi bekleyen sadece tabaklar değil, iyi düşünülmüş bir hikâye, sıcak bir atmosfer ve unutulmaz bir deneyim olacak.

Bodrum Dergi Web Sitesi © Yabancı Ses Prodüksiyon tarafından hazırlanmıştır.

bottom of page