top of page

Simge
Simge

Tüm dijital platformlarda, aynı anda satışa çıkan arka arkaya çıkardığı dinlenme rekorları kıran şarkılarına bir yenisini daha ekleyen Simge, “Harcandıkça” adını verdiği yeni şarkısıyla kendinden söz ettiriyor. Söz ve müziği Onur Özdemir’e düzenlemesi Ozan Bayraşa’ya ait Simge’nin yeni şarkısı “Harcandıkça”nın klibini ve fotoğraflarını Seçkin Süngüç çekti.


Simge
Simge



  • Yazarın fotoğrafı: Mustafa Küçük
    Mustafa Küçük
  • 20 Şub 2023
  • 8 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 5 Nis 2023

Okulun ele avuca sığmaz ve en yaramaz öğrencisiydi. Bir gün; sınıfça gittiği oyunu sabote etmesin diye öğretmeni tarafından en arka sıraya oturtulup başına nöbetçi dikilen tiyatroda, oyunculuk yeteneğini keşfetti ve o gün hayatının akışı değişti.

ree


Yıllarca; oyunculuk, yazarlık, yönetmenlik ve seslendirme yaptıktan sonra bir arkadaşıyla Aksine Tiyatro’yu kurdu. Zamanla bu alanların para kazanmak adına icra edilmek için fazla hassas alanlar olduğuna karar verip beyaz yakalı oldu. “Kendi parasıyla kendi sanatını yapma” yolunu seçti. 2010 yılından sonra ise sinema, tiyatronun önüne geçmeye başladı. Bu süreçte 4 kısa metrajlı film çekti. “Üyesi oldukları mafya çetesine demokrasi getirmeye kalkan 3 kafadarın hikâyesini” kaleme aldığı ve yönetmenliğini yaptığı “Konsensüs” adlı kısa filmi, festivallerde önemli bir başarı yakaladı. İlker Köklük’ün sanat yolculuğu uzun süredir devam ediyor. Bu yolculukta yaşadığı pek çok hikâyesi var. Hele biri var ki inanılır gibi değil…


ree

Film çekmek için New York’a gitti. Filmin büyük bir bölümünü çekip bazı bölümlerini tamamlayamadan Türkiye’ye döndü. Bir sabah sağ koluna giren bir kramp ile uyandı. Yarım saat sonra sağ kolu, iki saat sonra da konuşma yeteneğini kaybetti. Hastaneye kaldırıldı. Beyninin sol tarafında ceviz büyüklüğünde bir tümör olduğunu öğrendi. Tümör, sağ kolu ve konuşma yeteneğini yöneten bölgeye zarar vermişti. Hastaneye yatırıldı ve tümörün alınacağı ameliyatı beklemeye başladı. Odaya gelip yatağa yatırılınca hemen bir not defteri ve kalem istedi. Sol elle yazdığı ilk şey “Kameramı getirin” oldu. Tiyatro öğrencilerinden biri doktordu ve ameliyatı yapacak profesörü tanıyordu. Ona durumu anlattı ve o da kabul etti. Doktor öğrencisi, ameliyata girerek çekim yaptı.


Yönetmen İlker Köklük, “Dünyada, kendi filmindeki karakteri oynayıp, filmde kendi beynini de göstermiş tek film yönetmeniyim sanırım” diyor tebessüm ederek… Tabii asıl enteresan olan beyninde tümör olduğunu bilmeden beyninde tümör olan birinin hikâyesini yazması, ardından oyuncunun hastalanması yüzünden rolü canlandırması ve hastane sahnelerini çekemeden aynı hastalıkla hastaneye düşmesi. Bunların arasında şu an bilimsel olarak açıklayamadığımız bir bağlantı var muhakkak. Mucize diye adlandırdığımız şeyler zaten öyle değil mi?

Beyaz Yakalı Yönetmen İlker Köklük, Bodrum Dergi’nin bu ayki konuğu oldu ve kariyer yolculuğunu filtresiz olarak bizimle paylaştı. İşte İlker Köklük’ün eşsiz sanat yolculuğundan kesitler…


ree

Okurlarımıza sizi tanıtarak başlayalım. Kimdir İlker Köklük?

1976 yılında Samsun’da doğdum. Aslen Çarşambalıyım. Üniversiteye kadar Samsun’da yaşadım ve hafta sonlarımı yoğunlukla, ‘anlatsan kimse inanmaz’ diye tanımlanan olayların sıradanlaştığı memleketim Çarşamba’da geçirdim. Bugün yazdıklarıma biraz komik bulaşıyorsa sanırım o günlerde yaşadıklarımdandır. Ardından Samsun’dan üniversite için ayrıldım ve Uludağ Üniversitesi’nde İktisat okudum. Orada da Türkiye sol siyasetinin içinde 90’lı yılları yaşadım. Bugün yazdıklarıma her türlü faşizm karşıtlığı ve adalet arayışı bulaşıyorsa, bunlar da Bursa’da yaşadıklarımdandır. Ardından okul bitince İstanbul’a geldim ve yıllarca; yazarlık, yönetmenlik, oyunculuk ve seslendirme yaptım. Ancak zamanla bu alanların para kazanmak adına icra edilmek için fazla hassas alanlar olduğuna karar verip beyaz yakalı oldum. Kendi paramla kendi sanatımı yapma yolunu seçtim. Bu yolculuk uzun süredir devam ediyor.


Büyürken ailemde ve çevremde hiç sanatçı yoktu. İlkokuldayken, okulla birlikte gittiğimiz bir çocuk oyununda tiyatro ile tanıştım. Yani kendisi benimle tanıştı, aracı olmadan. Kendisini çok sevdim ve o günden beri hep hayatımın bir parçası oldu. 1995 yılından bu yana tiyatro yapıyorum. Çeşitli projelerde yer aldıktan sonra 2006 yılında dostum Birol Hanbayat’la birlikte Aksine Tiyatro’yu kurdum. Ben, yeni mezun olmuştum ve oyunculukla seslendirme yapıyordum, Birol ise hukuk okuyordu. Beyoğlu Tepebaşı’nda izbe bir depo kiraladık ve sahne hâline getirip adını Aksine Sahne koyduk. Bu tiyatroda 2016 yılına kadar yazdığım 4 oyunu sahneledik. Oyunlarım başka tiyatrolar tarafından da sahnelendi ve Mitos Boyut Yayınevi’nde basıldı. Son oyunum “Konsensüs” ise Ayrık Otu Yayınları’ndan basılacak. 2010 yılından sonra ise sinema sanatı, tiyatronun önüne geçmeye başladı benim için. O dönemden bu yana 4 kısa metraj film çektim.


ree

Şu, sizi tiyatroyla tanıştıran günü anlatır mısınız?

Ben ilkokuldayken ikişerli sıra olunur ve bir tiyatro salonuna gidip oyun izlenirdi. Ben de sınıftaki birkaç arkadaşımla birlikte sınıfın en yaramazlarındandım. Öğretmenimiz oyunu sabote etmeyelim diye bizi en arka sıraya yerleştirip hemen önümüze de üst sınıftan bir ağabeyi oturttu ve bizim önlere gelmemize asla izin vermemesini tembihledi. Oyun başlayana kadar bunda bir sorun yoktu, kendi aramızda eğleniyorduk ama oyun başlayınca, arkadaşlarım için olmasa da benim için işler değişti. Oyunculardan biri köpek taklidi yaparken dudaklarının üst kısmını hızlı bir şekilde titretiyor ve bu seyircileri çok güldürüyordu. Nedense o hareket çok hoşuma gitti ve yakından görmek istedim. Bulunduğum yerden sahneyi bile zor görüyordum. Nöbetçi ağabeyden izin istedim ama vermedi. Gürültü yapmayacağımı söylesem de haklı olarak inanmadı ve ben o hareketi uzaktan izlemek zorunda kaldım. Ama oyun bittiğinde hareketin aynısını yapıyordum. Bunu gören arkadaşlarım durumu öğretmenimize söyledi. O günden sonra boş derslerin taklitçisi ve okuldaki müsamerelerin oyuncusu hâline geldim. Nöbetçi ağabey şimdi ne yapıyor bilmem ama ben o günden beri ön sıraları da geçip çıktığım sahneden inmedim.


ree

Aksine Tiyatro’nun kuruluşunu ve faaliyetlerini öğrenebilir miyiz?

Aksine Tiyatro’yu 2006 yılında kurduk. İlk gösterimimizi de 2007 yılında Sarıyer Belediyesi Boğaziçi Tiyatro Festivali’nde yaptık. İlk oyunumuz, tüketim toplumunun kara mizahını anlattığım “Parça Tesirli Pazarlar” oyunuydu. Bu oyunu, 2014 yılına kadar 7 sezon oynadık. Onu, devamı niteliğinde ve büyüme ekonomisinin kontrolsüz ve aşırı üretimin kara mizahını yaptığım “Sevgili Pazartesilerim” izledi. Bu oyunu da 2011 ile 2016 yılları arasında 5 sezon oynadık. Sonra 2001 yılında yazdığım ilk oyunum olan, “Mendil Alır mısınız?” oyununu sahneledik. Sokakta çalışmak zorunda olan çocukların hayatından bir kesit sunduğum bu oyunu da 2012 ile 2015 yılları arasında 3 sezon sahneledik. Aksine Tiyatro olarak, Aksine Sahne günlerinde sahnelediğimiz son oyunumuz da Gezi Direnişini anlatan “Aradığınız Topluma Ulaşılamıyor” oyunu oldu. İlk gününden son gününe kadar içinde bulunmaktan büyük mutluluk duyduğum o muhteşem direnişe bir güzelleme niteliğindeki oyunu 2015-2016 sezonlarında gösterdik. Ardından ciddi bir rahatsızlık yaşayarak iki yıl sahneden uzak kaldım ve o dönemde mecburen Aksine Sahne’yi kapattık. Şartlar o günden sonra bize Aksine Sinema adına üretimler yapma yolunu açtı ama Aksine Tiyatro mümkün olan en kısa sürede yeni oyunuyla seyircisiyle buluşacak.


ree


Ne güzel işler yapmışsınız, hemen geçmek istemiyorum. Aksine Tiyatro’dan biraz daha bahsedelim. Nasıl bir yerdi orası?

Türk Tiyatrosu’nun ilk ve en önemli sahnelerinin olduğu Tepebaşı’nda kurduk Aksine Sahne’yi. 30 seyirci alan, ufacık da bir fuayesi olan bir yerdi. Oyunlardan sonra kalmak isteyen seyircilerimize şarap ikram eder ve sohbet ederdik. Hayatın sadeleştiği ve güzelleştiği yerlerden biriydi bizim için. Aslında Aksine Tiyatro’yu en iyi özetleyen şey sanırım sitemiz için yazdığım şu yazıydı:




“Aksine Tiyatro; 2006 yılının ekim ayında toplumsal sorumlulukların dayattığı bir tiyatro hareketi olarak aksine işler üretmek için kurulur ve kurulduğu günden bugüne boyunu aşmasa da bu amaç doğrultusunda üretmeyi sürdürür. Örneğin sayısız kez oynanmış oyunlar üzerinde çalışmak yerine bugüne dair gerçeklerden geçen oyunlar üretir ya da seyirci bana gelsin diye oturmak yerine tiyatro seyircisi erozyonuna karşı savaşmak ve yeni seyirciler yaratmak için çalışmalar yapar. Ona göre aksine işler yapmak her geçen gün sıradanlaşan yozlaşmaların aksine yaşamak için tüketmek yerine üretmek gibidir, Aksine işler yapmak; gemisini kurtaran kaptanların arasında, suyun üzerinde kalmaya çalışan insanlara tutunabilecekleri bir sal yapmak gibidir, Aksine işler yapmak; gerçekten tiyatro yapmak gibidir.”

ree

Bu arada geçmiş olsun. Yaşadığınız rahatsızlığın da çok enteresan bir hikâyesi varmış… Ona gelmeden önce Aksine Sinema başlığındaki çalışmalarınızdan da bahseder misiniz?

Aksine Sinema adına ilk filmimiz olan “İş”; iş arayan bir adamın, bir karınca ile yaşadığı hikâyeyi konu alıyordu. Bahsettiğiniz olayın gerçekleştiği ikinci filmim “Seçim”i New York’ta çektim. Üçüncü filmim “Gökyüzü” idi. Bugünkü baskın aile yapısının nasıl çocuklar yetiştirdiği üzerine odaklanan bir hikâye. Son filmim Konsensüs ise bir kara mizah. Üç dram çektikten sonra tiyatrodaki gibi komedi yapmaya karar verdim ve üç mafya üyesinin mafya örgütüne demokrasi getirme çabasını konu aldım.

Nereden izleyebiliriz bu filmleri?

Bu filmler ancak festivallerde gösterim şansı bulabildi ama Vimeo kanalımdan izlemek mümkün. https://vimeo.com/user59489869


Seçim filmini çekerken yaşadığın enteresan olaya gelmek istiyorum. Biliyorum hoş bir olay değil ama senden ilk dinlediğimde inanamamıştım ve uzun süre etkisinden kurtulamamıştım… Gerçekten çok enteresan ve sanırım nadir yaşanabilecek bir olay. Okurlarımızın da ilgisini çekecektir eminim.

O dönem New York’ta yaşayan kuzenim Murat Bayramoğlu’nun yanına ziyarete gidecek ve gitmişken de kameramı yenileyecektim. Aklıma orada çekilebilecek bir kısa metraj filmin hikâyesi geldi. Murat da üniversite yıllarında tiyatro yapmıştı ve filmde hikâyesini anlatacağım adama uygundu. Fikrimi ona açtım ve yapmaya karar verdik. Filmde hikâyesi anlatılan adamı o oynayacaktı. Murat, eşi Sadriye ve arkadaşları, ben gitmeden tüm hazırlıkları yaptılar. Ancak gittiğim gün Murat hastalandı ve yüksek ateşle yattı birkaç gün. Filmi çekeceksek benim oynamamdan başka çare yoktu ve öyle yaptık. Film, beyninde kötü huylu tümör olan bir adamın hikâyesini anlatıyordu ve o dönem ABD’de Donald Trump ile Hillary Clinton arasında kıyasıya bir rekabetle geçen başkanlık seçimleri vardı. Filmdeki karakter, her akşam televizyondan seçim tartışmalarını izliyor, bir yandan da kanser tedavisine bağlı ödemeler yüzünden tüm parasını yavaş yavaş kaybediyor. Adam, doktorla görüşüyor ve önünde iki seçenek olduğunu öğreniyor. Ameliyat ya da kemoterapi. İçinde bulunduğu durumda ikisinin sonucu da iyi olmayacak. İkinci seçimi olan takip ettiği siyasal seçimi ise Trump ya da Hillary’den hangisi kazanırsa kazansın dünya için iyi olmayacak. Filmde iki seçimin ve iki kanserin hikâyesi anlatılıyor yani. Sonunu anlatmayayım tabii.


ree

Senaryoda hastane sahneleri de vardı ama onları Amerika’da çekemedik. Kurguda bir şeyleri farklı düşünerek çözerim deyip döndüm İstanbul’a ama filmi hiçbir şekilde masada bağlayamadım. Kafamda, “Bu kadar emek boşa mı gidecek” sorusuyla yaşıyordum o dönem.


Bir sabah sağ koluma giren bir kramp ile uyandım. Yarım saat sonra sağ kolumu, iki saat sonra da konuşma yeteneğimi kaybettim. Hastaneye kaldırıldım. Beynimin sol tarafında ceviz büyüklüğünde bir tümör olduğunu öğrendim. Tümör, sağ kolumu ve konuşma yeteneğimi yöneten bölgeye zarar vermişti. Hastaneye yatırıldım ve tümörün alınacağı ameliyatı beklemeye başladım. Odaya gelip yatağa yatırılınca hemen bir not defteri ve kalem istedim. Sol elle yazdığım ilk şey “Kameramı getirin” oldu. Tiyatro tarafındaki öğrencilerimden biri doktordu ve ameliyatı yapacak profesörü tanıyordu. Ona durumu anlattı ve o da kabul etti. Ameliyata girerek çekim yaptı öğrencim. Özetle dünyada, kendi filmindeki karakteri oynayıp, filmde kendi beynini de göstermiş tek film yönetmeniyim sanırım. Tabii asıl enteresan olan beynimde tümör olduğunu bilmeden beyninde tümör olan birinin hikâyesini yazmam, ardından Murat’ın hastalanması yüzünden rolü canlandırmam ve hastane sahnelerini çekemeden Türkiye döndüğümde aynı hastalıkla hastaneye düşmem. Bunların arasında şu an bilimsel olarak açıklayamadığımız bir bağlantı olduğuna inanıyorum açıkçası. Mucize diye adlandırdığımız şeyler de öyle bence zaten. Quantum üzerine yapılan keşiflerin devamı ile bu konularda daha çok şeyi açıklayabileceğiz gibi geliyor bana.


ree

Bir yandan yönetmen, yazar ve oyuncu kimliğinle harika işlere imza atıyorsun diğer yandan da bir ‘Beyaz Yakalı’ olarak Türkiye’nin en büyük şirketlerinden birinin Kurumsal İletişim biriminde yönetici olarak çalışıyorsun. Bu iki kariyeri aynı anda nasıl devam ettiriyorsun?

Aslında bu sanıldığı kadar zor bir şey değil. Klasik bir aile hayatım ve büyütmekte olduğum çocuklarım olsaydı olamazdı belki ama öyle değil. Gördüğüm kadarı ile toplumun çoğunluğunun vakit ayırdığı birçok şeye, kendimi bildim bileli vakit ayırmıyorum. Bunların başında TV izlemek geliyor. Evde televizyonum var ama sadece sinema filmi izlemek, çok nadiren de bir diziyi takip etmek için açılıyor. Sadece TV bile hayatınızda olmadığında size büyük bir zaman kalıyor. Bir de tabii şöyle bir boyutu var bu durumun. Bu iki alan birbirini besliyor. Her ikisi adına yaşadıklarım diğerinde kendine bir yer buluyor sürekli. Sanat yapmak için hayatın içinde olmanın daha sağlıklı olduğuna inanıyorum. Aksine Tiyatro’yu kurarken de hiçbir zaman daha önce sahnelenmiş oyunları sahnelemek amacını gütmedik. Onu yapan ve tek işi tiyatro yapmak olan çok insan var zaten. Biz hep yaşanılan günün olgularına odaklanan yeni hikâyeler anlatmak istedik ve öyle yaptık. Gerekli ve az olan da bu değil mi? Hem yaşamın içinde tüm dertlerini çeken hem de buradan sanat çıkaran insanlar ve ekipler.


ree

Son filmin Konsensüs’ün çekim aşamalarından ve sonrasından bahsedebilir misin bize?

Filmin yazım aşamasından seyirci ile buluşmasına kadar tüm aşamalar pandemi şartları altında gerçekleşti. Bu durum özellikle çekim aşamasında bizi oldukça zorladı. Set için her şey ayarlanmışken son gün bir kapanma kararı gelip gelmeyeceğini bekliyorduk. Neyse ki her şey yolunda gitti ve çekimleri istediğimiz sürede bitirebildik. 2020 Temmuz’unda çekimler 4 gün gibi bir sürede tamamlandı. Ardından filmin kurgusunu da eylül ayı sonunda bitirdik. O günden beri film festivallerde seyirci ile buluşmaya devam ediyor.


ree

Filmin ortaya çıkış hikâyesi nasıl gerçekleşti?

Tiyatroda çoğunlukla komediler yazdım ama sinemaya geçtikten sonra ilk üç filmimi de dram türünde çektim. Artık bir komedi çekme zamanı geldi diye düşünüyordum. Aynı zamanda yıllardır bu ülkenin televizyonlarında mafya üyelerinin kahramanlaştırılmasından son derece rahatsızdım ve o kahramanların hayatlarına başka bir açıdan bakan bir iş yapmak istiyordum. Bu iki amaç bir senaryoda buluştu ve Konsensüs ortaya çıktı. Ülkenin içinde bulunduğu hâli bir mafya çetesinde geçen olaylar üzerinden anlatan bu filmde, üyesi oldukları mafya çetesine demokrasi getirmeye kalkan 3 kafadarın hikâyesini kaleme aldım.


ree

Peki İlker Köklük bugünlerde ne yapıyor?

Birkaç aydır Konsensüs filminin tiyatro oyununu yazmakla meşguldüm. Nihayet bitti ve önümüzdeki ay Ayrık Otu Yayınevi’nden basılacak. Aynı hikâyenin romanına başladım bir yandan. Aksine Tiyatro olarak sahneleyeceğimiz yeni bir oyun yazmaya başlayacağım şimdi de. Oyun, insanın dünyaya ve kendinden başka canlılara verdiği zararı anlatan bir absürt komedi olacak. Bir de İstanbul’da yeni kurulacak olan bir tiyatro, ilk oyunları olarak Parça Tesirli Pazarlar ile Sevgili Pazartesilerim’i sahneliyor şu an. Onlarla provalara giriyorum.



Senin gibi sanatsal üretimlerin içinde olmak isteyen gençlere ne önerirsin?

Ne üreteceğinizden bağımsız olarak yapılması gereken en önemli şey kitap okumak bence. Hiç kuşku yok ki sizden önce çok yaratıcı ve büyük beyinler geçti bu dünyadan. Onlar gözlemlerini kitaplara döktüler. O beyinlerin muhakemesinden süzülmüş bir dünyadan haberdar olmak ancak iyi kitapları okumakla mümkün. Ne kadar çok değerli yazar kitabı okursanız, özgün eserler üretme ihtimaliniz o kadar yüksek olur.



  • Yazarın fotoğrafı: Ali Tanrısever
    Ali Tanrısever
  • 18 Şub 2023
  • 5 dakikada okunur
Yıl 1981 başları olmalı. İhtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı sürmekte. Saat 24.00’den 06.00’ya kadar. Nişanlıyım o yıllar. Ben Kadıköy’de oturuyorum, nişanlım Yeşilköy’de. Son vapur saat 23.00’de. Geçtin, geçtin yoksa yandın! Hep yetiştim bu heyecanlı yolculuktan sonraki o son vapura... Taa ki o akşama kadar... Sirkeci’den kan ter içinde Karaköy’e koşturdum ama vapurun arkasından bakakaldım. Karaköy’de kalmıştım... Sokaklardaki tek tük ayyaş, keş, hippi tipli yabancılar otellere kapağı atmak için geziniyor ve beni süzüyor bir yandan.

ree

Yıl 1981 başları olmalı. İhtilal olmuş, sokağa çıkma yasağı sürmekte. Saat 24.00’den 06.00’ya kadar. Nişanlıyım o yıllar. Ben Kadıköy’de oturuyorum, nişanlım Yeşilköy’de.

İstanbul’u bilenler bilir. Bilmeyenler için söyleyeyim, Eskişehir ile Bilecik, İzmir ile Manisa, Diyarbakır ile Mardin ne ise Kadıköy ile Yeşilköy de o!

Haftanın bir günü, genellikle cumartesi akşamı gidiyorum Yeşilköy’e yemeğe. Yemekten sonra aile ile çay, kek faslı. Nişanlı ile bakışma, gülüşme ve sonra geriye dönüş yolculuğu başlıyor.

Son banliyö treni ile Sirkeci’ye iniyorum. Yürüyerek Galata Köprüsü’nü geçip, Karaköy’den Kadıköy vapuruna biniyorum. Son vapur saat 23.00’de.

Geçtin, geçtin yoksa yandın! Hep yetiştim bu heyecanlı yolculuktan sonraki, o son vapura... Taa ki o akşama kadar... Sanırım tren geç geldi. Tam hatırlamıyorum şimdi. Sirkeci’den kan ter içinde Karaköy’e koşturdum ama vapurun arkasından bakakaldım.

Karaköy’de kalmıştım! Hemen dönüp müşteri bekleyen taksilerle görüştüm. Kimse karşıya geçmek istemiyor. Geçse dönemeyecek geri. 6 saat Kadıköy’de kalacak.

Çaresiz bir otele kapağı atacak, sabah eve döneceğim ama Karaköy o zamanlar şimdikinden bin beter. Akşam normal bir insan evladının oralarda dolanması bile başlı başına olay ki ben nişanlısı ve ailesi ile buluşmaya gitmiş şık, parlak, efendi, genç bir erkeğim o zamanlar.

Böyle bir erkeğin o saatlerde Karaköy’de dolanması, bir kadının dolanmasından farklı değil. Hatta belki daha da tehlikeli, işini bilen bir kadından…!

Neyse kış günü, hava soğuk, yağmur pis pis yağıyor. Saat on iki olmadan kapağı bir yere atmam gerekiyor, nesine bakıyorsam doğru düzgün bir otel arıyorum. Hani şimdi yıldız falan desen değil, tek yıldız, çeyrek yıldıza razıyım

ama yok.

Sokaklardaki tek tük ayyaş, keş, hippi tipli yabancılar otellere kapağı atmak için geziniyor ve beni süzüyor bir yandan. Hani “Bu nerede kalacaksa, biz de orada kalalım” gibisinden.

Hiç aklımdan çıkmıyor, lağımların açıkta aktığı, izbe bir sokakta, gördüm onu. Sokağın tek ışıklı tabelaya sahip oteli... Romania.

Dedim, “Babam Romanyalı, vardır bunda da bir hayır” içim ısındı birden. Bugün Afganistan’da olsa tek yıldız alamayacak otel ve daldım içeri.

Dalmamla geri çıkmak istemem bir oldu ama artık son 15 dakikam falan. Çıksam ve başka otelde yer bulamazsam buraya tekrar dönmem imkânsız. Resepsiyonda oturan gözleri dalmış gitmiş birkaç tipin, ben içeri girince fal taşı gibi açıldı göz kapakları.

Ben çaresiz “Oda var mı” diye sordum. Adam “Olmasa bile sizin için boşaltırız bir odayı” demedi ama olmasa derdi, eminim.

“Var” dedi, anahtarı uzattı. “Ben göstereyim odayı size” dedi. Birlikte çıktık. Hani Amerikan filmlerinde vardır, hapishaneler. Dikdörtgen şeklinde çepeçevre dört koridorda sıralı hücreler, ortası aşağıdaki avluyu görür. Otel işte o tipte bir eski handan bozma. Yerler 150 yıllık, yer yer kırık dökük, çökük tahta...

Taş merdivenleri çıktık. İkinci katta bir odanın kapısını açtı, beni buyur etti. Odada tek kişilik bir yatak, başucunda bir komodin, tavandan kordonuyla sarkan bir ampul ve bir de kapı arkasına çakılmış askıdan başka hiçbir şey yok.

O anda aklımdan “Keşke sokakta kalsaydım, beni askerler götürüp nezarete atsalardı” diye geçirdim. Sabah bırakırlardı, hiç değilse daha güvende olurdum ama tüm parlak fikirler gibi sonradan geldi aklıma.

Birden aklıma annem geldi. Kadın beni saat 12 olmadan bekliyor. Gelmezsem meraktan çıldırır.

Devir faili meçhuller devri. Benim durumumun meçhul olacak bir tarafı yok o zamanlar, başımda kavak yelleri esiyor ama anne, merak eder elbette.

Cep telefonunun icadına daha 15 sene falan var. Telefon açmalıyım. Odadan çıktım, koridorda odalarının önünde toplaşmış, sohbet eden, sigara içen tiplerin bakışları arasında tekrar lobiye indim. Lobi demek herhangi bir otele, mimarına, mühendisine, duvar ustasından badanacısına kadar herkese hakaret etmek ama anlayın diye lobi diyorum işte.

Adama, “Bir telefon açabilir miyim” dedim. Adam alt raftan çıkardığı telefonu, tezgâhın üzerine koydu.

Şimdi durum şu; bu adam ve hemen iki metre ötemde lobide oturan 4-5 adamın yanında anneme telefon edip, beni merak etmemesini söyleyeceğim. Hayır, hanım evladı olduğum her hâlimden belli ama bu tam üzerine tüy dikmek olacak. Çıtır çıtır yiyecekler bu gece beni..! Annem telefonu daha ilk çalmasında açtı. Ben hızlıca ve olabildiğince kısık bir sesle; vapuru kaçırdığımı, Karaköy’de bir otelde kalacağımı, sabah erkenden geleceğimi söyledim. Ve bu sefer parlak fikrim geç kalmadı. Anneme, “Babam nöbette mi yine” dedim. Hani babamın asker veya polis olduğunu zannetsinler diye. Kendimle övündüm. Çok parlak bir fikirdi. Annemin “Sen ne diyorsun” falan sözlerine aldırmadan, telefonu kapattım. Hızla odama çıktım, kapıyı kapatıp arkasından kilitledim. O yatağa yatacak değilim ancak sabaha kadar üzerinde oturmaya razı olduğum bir sandalye dahi yok odada. Çaresiz kabanımı çıkarıp yatağın üzerindekileri hiç açmadan battaniyenin üzerine serdim.

Kaban ile vedalaşmayı da kafama koydum o anda. Uzandım ve ana rahmindeki pozisyona geri döndüm. Tek derdim şu 5-6 saati sağ salim geçirmek ve sabah kendimi bu otelden sokağa atmak.

Tahta, derme çatma kapı çaldı. Tak, tak, tak..! Eğer kapı kısaca “madde” denilen tahtadan yapılma ise bu “tak, tak, tak”lar; kapı tahtasının moleküllerin titreşmesi sonucunda oluşan bir ses falan değildi. Doğrudan odanın içine kütlesi olan bronz bir gülle olarak girdi, nemli, sıvası yer yer dökük boş duvarlara çarptı, oradan sekti, ana rahminde yatmakta olan benim kulağıma ulaştı, orta kulağımdaki çekiç, örs, üzengi kemiklerini titreştirmedi, onlara direkt olarak abandı, itti ve beni ana rahminden dışarı fırlattı. Yatakta ayaklarımı yere basarak doğruldum ve bir süre daha bekledim. Ya ısrarla bir tak, tak, tak üçlüsü daha gelecekti ya da uyuduğum için daha fazla rahatsız edilmemem inceliği gösterilecekti.

İkisi de olmadı. Ben sessizce yatağın kenarında oturur beklerken kapı hızla itilerek, ilk hamlede ardına kadar açıldı. Kapıda eğer dik dursa en az, bir doksan boyunda olacak ama, kambur vaziyette ve omuzları düşmüş, iki büklüm olduğundan bir altmış beş boylarında görünen, tepesi kel ama uzun saçlı, seyrek de olsa sakallı, bıyıklı, esmer ötesi bir adam belirdi. Göz bebekleri bilmiyorum o sırada nerelerdeydi, sadece akları görünüyordu gözlerinin...

Buna rağmen kibar duruşlu bir adam diyeceğim ama “kibar” kelimesi üzerinde eğreti duracak. İki parmağı arasına sıkıştırdığı sigarayı gösterdi. Ateş istiyordu balta girmemiş ormanlarda dış dünyadan tamamen soyutlanmış hâlde yaşayan bir kabileden kopup gelmiş adam. Anladım uygar dünyada yaşayan bir adam olarak ve komodinin üzerinde duran Dunhill paketimin üzerindeki Zippo çakmağa uzandım ve ayağa kalktım. Döndüğüm noktada, odanın ortasına kadar gelmiş adamla burun buruna geldim. Havada gezinen alkol elle tutulur, gözle görünür yoğunlukta. Hiç ellemedim ve görmezlikten geldim alkolü. Adam elindeki sigarayı ağzına götürdüğünde bunun bir sigara değil, bir kağıda sarılmış minik bir saman balyası olduğunu anladım. Çakmağı çaktım, elimi titretmemeye çalışarak yakmaya çalıştım beyaz kağıt borunun ucunu ama yanmıyordu..! Daha doğrusu kağıt yanıyordu da içindeki madde tutuşmuyordu.

Balta girmemiş ormanlarda dış dünyadan tamamen soyutlanmış hâlde yaşayan bir kabilenin reisiyken kopup gelmiş ve burada, bu odada bula bula beni bulmuş bu adam ardımda komodinin üzerinde duran sigara paketini işaret etti. Döndüm, sigara paketini aldım, içinden bir tane çıkartıp uzattım. Kabile reisi, kendi kabilesinin lisanı ile sigarayı benim yakmamı istedi, yaktım. Kolayca anlaşılacağı gibi odanın ortasındaki adam ne istese anında yapacak durumdaydım. Sigarayı yaktım. Derin bir nefes çektim.

İyi geldi. Adama “eee” der gibi baktım. Adam uzanıp sigarayı elimden aldı ağzındaki boruya götürdü ve büyük bir maharetle içindeki maddeyi sonunda tüttürdü. Bir elinde benim yaktığım sigara, ağzında kağıda sarılmış saman balyalı boru ile döndü ve odadan çıkarken “mersi” dedi..

Evet... Mersi..! Bir mersi ancak bu kadar anlamlı, ancak bu kadar sevimli, ancak bu kadar huzur verici olabilirdi. Ve bir mersi, balta girmemiş ormanlarda dış dünyadan tamamen soyutlanmış hâlde yaşayan bir kabilenin reisiyken Karaköy’de Romania oteldeki odada beni bulan bir adama ancak bu kadar yakışırdı.

Ya da ben ona çok yakıştırdım bilemiyorum. Kapıyı kapattım ardından ve kilitlemeye dahi tenezzül etmedim artık. Yatağa uzanıp, pozisyonuma geri döndüm.

Gün henüz aydınlanmadan hemen önce duyduğum ezan sesini Kâbe ziyaretinde Hira Dağı’ndayken duysam bu kadar huşu içinde dinlemezdim. O anda bana niçin bir kitap indirilmediğini halâ düşünürüm...Tam yeri ve zamanıydı.. Ve ben hazırdım...

Bodrum Dergi Web Sitesi © Yabancı Ses Prodüksiyon tarafından hazırlanmıştır.

bottom of page