- Seda Küçük

- 10 saat önce
- 7 dakikada okunur
Piyanist Gökhan Aybulus, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda başladığı müzik yolculuğunu, Moskova Çaykovski Konservatuvarı’nda Prof. Naum Shtarkman ve Sergei Dorensky gibi usta isimlerle sürdürdü. Henüz çocuk yaşlarda dikkat çeken Aybulus, Harika Çocuk Yetenek Yarışması ve Genç Müzisyenler Yarışması birincilikleriyle sahneye adım attı. Ardından Uluslararası Mariya Yudina Piyano Yarışması’nda kazandığı Grand-Prix ödülleriyle uluslararası alanda da adından söz ettirdi. 2002’deki Ulusal Yetenek Yarışması birinciliği ve 2017’de Donizetti Klasik Müzik Ödülleri “Yılın Piyanisti” unvanı, bu uzun soluklu yolculuğun önemli durakları oldu. Hem sahnede hem akademide klasik müziğin tutkusunu paylaşan Aybulus, kimi zaman Rachmaninoff’un derinliğinde, kimi zaman çağdaş Türk bestecilerinin izinde dinleyiciyle buluşmaya devam ediyor. Aybulus, BODRUMDergi’nun bu sayıdaki konuğu oldu ve sorularımızı yanıtladı.

Sizi sizden dinlemek isteriz, kimdir Gökhan Aybulus?
Eskişehir’de doğdum ve üniversite yıllarıma kadar orada büyüdüm. Memur bir baba ve öğretmen bir annenin tek çocuğuyum. Ailemde profesyonel müzisyen yok ama babamın müziğe, annemin de resme büyük bir yeteneği vardır. Bana resim değil ama müzik yeteneği bulaşmış olacak ki kendimi bu yolda buldum.Bugün hem konser piyanisti olarak sahnelerde, hem de akademisyen olarak Ankara Müzik ve Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde öğrencilerimle birlikteyim. Müzik benim için sadece icra etmek değil, aynı zamanda paylaşmak ve aktarmak anlamına geliyor. Öğrencilerimin gelişimini görmek, onlarla aynı heyecanı hissetmek benim için konserlerdeki alkış kadar değerli. Müziği hayatımın merkezine koysam da sahnenin dışında da beni besleyen pek çok şey var. Arabalara olan ilgim çocukluktan beri sürüyor; uzun yollarda düşünmeyi, kafamı dinlemeyi severim. Tavla oynamak, dostlarımla vakit geçirmek benim için çok değerlidir. Hayvanları, özellikle kedileri çok severim; onların huzuru ve doğallığı bana her zaman iyi gelir. Tüm bunlar, hayatımdaki yoğunluğun yanında bana denge ve gerçek bir yaşam duygusu kazandırıyor.
Müziğe, piyanoya ilk ilginizi nasıl ve ne zaman keşfettiniz?
Müziğe olan ilgimi aslında ailem fark etmiş. Bana anlattıklarına göre küçükken reklamlarda duyduğum şarkıları tekrar edermişim. Babam bunu fark edince, bir yurt dışı seyahatinden bana küçük bir org getirmiş. O orgla duyduğum parçaları çalmaya başlamışım ve müziğe doğru ilk adımlarım böyle olmuş.
Daha sonra ailem beni Eskişehir’de üniversite personelinin çocukları için açılan bir org kursuna yazdırdı. Daha okuma yazma bilmezken, Ali Cemalcılar hocadan temel nota bilgisini öğrendim. Ardından bir dönem akordeonla geçti; Sezgin Ergül ile çalıştım ve ondan müzikal anlamda çok şey öğrendim. En sonunda Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın yarı zamanlı programını kazandım ve piyanoyla tanıştım. O iri siyah beyaz tuşlara ilk dokunduğum an, sanki kendimi bulduğum andı. Sonrasında konservatuvara tam zamanlı gitmek için aileme çok ısrar ettim; onlar da bana güvenip beni desteklediler. Böylece küçük bir orgla başlayan o merak, zamanla bir ömre yayılan koskoca bir tutkuya dönüştü.
Moskova Çaykovski Konservatuvarı’nda Prof. Naum Shtarkman ve Sergei Dorensky ile çalışma deneyiminiz nasıldı?
Naum Shtarkman ile çalışmak gerçekten ayrıcalıklı bir deneyimdi. Moskova’nın eski jenerasyonundan kalan, o büyük geleneği taşıyan son hocalardan biriydi. Shtarkman, Konstantin Igumnov’un öğrencisiydi; Igumnov, Pabst’ın öğrencisiydi ve Pabst da Liszt’in öğrencilerindendi. Dolayısıyla onunla çalışmak, o köklü gelenekle doğrudan buluşmak demekti.
Benim için Shtarkman’la bu kadar yakın çalışabilmek büyük bir şanstı. Onunla baba-oğul gibi bir ilişki kurduk. O, her notada hem geçmişin izini hem de müziğin samimiyetini arardı. Onun öğrencisi olarak mezun olmak ve o mirası taşımak benim için büyük bir onur.
Sergei Dorensky ise bambaşka bir dünyaydı. Onunla bağım, Naum Shtarkman’ın oğlu Alexander Shtarkman sayesinde kuruldu. Dorensky, Naum Shtarkman’ın da çok yakın dostuydu. Normalde sınıfına kolay kolay kimseyi kabul etmezken, beni dinlemek istedi ve sonrasında sınıfına alabileceğini söyledi. Dorensky’nin sınıfı gerçekten muhteşem ve çok başarılı piyanistlerden oluşuyordu; asistanları Nikolay Lugansky, Andrey Pisarev ve Pavel Nersessian’dı. Bir piyanist için âdeta bir cennetti. Onunla çalışmak benim için çok özel bir deneyimdi; kendisi benim için hem hoca hem de büyük bir mentordu.

Repertuvarınızı oluştururken nelere dikkat edersiniz? Çalgı, dönem, besteciler arasında seçim yaparken kriterleriniz nelerdir?
Repertuvar seçerken dengeli ve tematik bir program yaratmaya çalışıyorum, özellikle solo resitallerde. Her programın bir hikâyesi olmasını seviyorum. Rahmaninov başta olmak üzere Rus bestecilerin eserlerini çalmak bana her zaman büyük bir keyif veriyor. Romantik dönem eserlerini kendime daha yakın buluyorum ama tabii her dönemin müziğini seviyor ve icra etmeye çalışıyorum. Bunun yanında konserlerimde Türk bestecilerimizin eserlerine de mutlaka yer vermeye gayret ediyorum.
Orkestra konserlerinde ise repertuvarı genellikle orkestra yönetimi veya şefle birlikte belirliyoruz. Onlara bir liste sunuyorum; bazen repertuvarımda olmayan bir konçertoyu da isteyebiliyorlar. Böyle durumlarda yeni bir eser öğrenmekten keyif alıyorum. Benim için önemli olan, o konserin hem benim hem de dinleyici için anlamlı bir bütün oluşturması.
Rahmaninov’un müziği size ne ifade ediyor? Onun eserlerinde sizi en çok etkileyen yönler nedir?
Rahmaninov’un müziği benim için hem derin bir iç dünya hem de insana dair her şeyin yansıması. Onun eserlerinde büyük bir duygu yoğunluğu ve olağanüstü bir yapı bütünlüğü var. Bu iki kutbu bir araya getirebilmesi, onu benim gözümde benzersiz kılıyor.
Rahmaninov çalarken hissettiğim şey, sadece notaları seslendirmek değil; o müziğin içindeki yalnızlığı, özlemi, insanın kendini arayışını paylaşmak.
Müziğinde hep bir melankoli var ama aynı zamanda büyük bir güç de hissediliyor. O, duygularını hiç saklamıyor ama onları öyle rafine bir biçimde ifade ediyor ki her cümlesi derin bir iç konuşmaya dönüşüyor.
Teknik olarak da inanılmaz zengin bir dünyası var. Kendisi olağanüstü bir piyanist; el anatomisini, piyanonun sınırlarını çok iyi bildiği için çalarken zorlayıcı ama aynı zamanda son derece doğal hissettiriyor. Onun müziğinde virtüozite hiçbir zaman amaç değil; o, duygunun taşıyıcısı.
Geçtiğimiz ay Tambov’da 2. Konçertosu’nu seslendirdikten sonra Rahmaninov’un yazlarının çoğunu geçirdiği ve eserlerinin neredeyse yüzde 85’ini bestelediği Ivanovka’yı ziyaret etme fırsatım oldu. Orada, onun evinde bulunmak beni çok derinden etkiledi. O günden sonra Rahmaninov’un eserlerine bakışım çok daha farklı. Onun o topraklarda, doğayla iç içe nasıl büyük eserler yarattığını hissetmek, müziğine olan bağlılığımı daha da güçlendirdi.
Oda müziği ile solo performans arasında zihninizde nasıl farklar var? “İyi müzisyen olmak, iyi oda müziği çalıyor olmak demek değildir” sözünüzü biraz açar mısınız?
Oda müziği ve solo performans arasında çok temel bir fark var. Solo çaldığınızda bütün kontrol sizdedir; müziğin yönünü, enerjisini, zamanını tamamen siz belirlersiniz. Oda müziğinde ise paylaşım, dinleme ve uyum ön plandadır. Egonuzu biraz geri çekip, müziğin ortak bir nefesle var olmasına izin vermeniz gerekir.
Bir piyanist teknik olarak çok güçlü olabilir ama eğer dinlemeyi, paylaşmayı bilmiyorsa iyi bir oda müziği partneri olamaz. Oda müziğinde en önemli şey, müzikal bir diyalog kurabilmek; sadece çalmak değil, birbirine cevap vermek, hatta bazen sessiz kalmayı bilmek.
Benim için oda müziği, hem insani hem sanatsal anlamda çok öğretici bir alan. Farklı müzisyenlerle aynı sahneyi paylaşmak, onların enerjisinden beslenmek, bir eseri birlikte şekillendirmek beni her zaman yeniliyor. Solo çalmak kendimle konuşmak gibiyse, oda müziği başkalarıyla anlamlı bir sohbet etmek gibi.
Akademisyen kimliğiniz, sahne sanatçısı kimliğinizle nasıl etkileşim hâlinde? Bu iki yönü dengelemek zor olmuyor mu?
Benim için bu iki yön birbirinden ayrılmaz bir bütün. Sahnede yaşadığım her deneyim, sınıfta öğrencilerime anlattığım her şeyin altını dolduruyor; aynı şekilde öğrencilerimle geçirdiğim her an, sahnede daha taze bir bakış açısı kazandırıyor bana. Öğrencilerimdeki heyecanı, merakı gördükçe ben de yeniden motive oluyorum. Elbette bu iki alanı dengelemek kolay değil. Konserler, seyahatler, dersler, idari işler derken zaman yönetimi çok ciddi bir mesele hâline geliyor. Ama sanırım işinizi seviyorsanız, o dengeyi bulmak da mümkün. Ben öğretirken de sahnedeyken de aynı şeyi hissediyorum: paylaşma isteği. Müziği sadece çalmak değil, aktarmak da benim için bir sorumluluk.
Bazen sahnede öğrencilere örnek olmak, bazen de sınıfta sahneye hazırlanırken hissettiğim duyguları anlatmak beni çok besliyor. Yani biri diğerinin önünde değil; tam tersine, biri diğerinin devamı gibi.
Öğrencilerinizle çalışırken en çok hangi noktaları vurgularsınız? Teknik mi, ifade mi, sahne duruşu mu?
Benim için bu üçü birbirinden ayrılmaz. Teknik, müziğin temeli; ifade, onun dili; sahne duruşu ise o dilin dinleyiciyle buluşma biçimi. Ancak teknik temeli güçlendirmek her zaman önceliklidir, çünkü sağlam bir teknik olmadan kendini doğru ifade edemezsin.
Bunun yanında müzikte amaç notaları tekrarlamak değil, o notaların içindeki düşünceyi ve duyguyu paylaşabilmektir. Bu da ancak bilinçli bir çalışma disipliniyle mümkündür.
Ayrıca sahneye saygı konusu da benim için çok önemli. Sahneye çıkmak bir tür sorumluluk hem müziğe hem besteciye hem de dinleyiciye karşı. O yüzden öğrencilerimin sahnede sadece çalmalarını değil, var olmalarını isterim. Müziği içlerinden geldiği gibi ama olgun bir farkındalıkla paylaşmaları benim için en değerli şey.
Her öğrenciden, her dersten ben de yeni bir şey öğreniyorum, bu inanılmaz bir şey. Sanırım öğretmenliği bu kadar özel kılan da tam olarak bu.

Türkiye’de klasik müzik eğitiminin bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Hangi alanlarda gelişmeye ihtiyaç var?
Son yıllarda Türkiye’de klasik müzik eğitimi açısından ciddi bir hareketlilik var. Gençler artık çok daha bilinçli, dünyayı takip ediyorlar, farklı kültürlerle iletişim kurabiliyorlar. Bu çok umut verici. Ancak hâlâ üzerinde çalışmamız gereken önemli noktalar da var. Öncelikle, öğrencilerin erken yaşta sistemli bir eğitime yönlendirilmesi gerekiyor. Temel eğitimin kalitesi, sonraki tüm süreci belirliyor. Bir diğer konu da repertuvar çeşitliliği. Genç müzisyenlerin sadece sınav ya da yarışma odaklı değil, daha geniş bir müzikal vizyonla yetişmeleri gerektiğine inanıyorum. Ayrıca oda müziği kültürünün daha güçlü bir şekilde yerleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu hem dinlemeyi hem paylaşmayı hem de birlikte düşünmeyi öğretiyor. Uluslararası bağlantılar, değişim programları, farklı ülkelerden sanatçılarla masterclass’lar da eğitimde büyük fark yaratıyor. Türkiye’de çok ciddi bir potansiyel var hem öğrencilerde hem de hocalarda. Doğru yönlendirme ve sürdürülebilir bir sistemle bu potansiyelin dünya sahnelerinde çok daha görünür olacağına inanıyorum.
Konser öncesi özel bir hazırlık ya da ritüeliniz var mı?
Aslında hayat her zaman o ideal hazırlık ortamını sunmuyor. Konser günü bile bazen derslerim oluyor, provalar, hazırlıklar ya da başka özel işlerim derken gün yoğun geçebiliyor.
O yüzden benim için konser öncesi ritüel, son bir-bir buçuk saat içinde kendimi biraz sakinleştirebilmek. O zamanlarda zihnimi boşaltmaya çalışırım; bazen sadece sessiz kalmak, bazen telefonumda bir oyun bile o odaklanmayı sağlar. Son dakikaya kadar nota çalışmak yerine o müziğin içimde doğal bir şekilde yer etmesine izin veririm. Sahneye çıkmadan önce o kısa anda, her şeyin doğal akışına bırakılması benim için en önemlisi.
Klasik müzik dünyasında dijitalleşme; online konserler, yayın platformları hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Dijitalleşme, müziğin erişimini inanılmaz ölçüde artırdı. Artık dünyanın herhangi bir yerindeki dinleyici, saniyeler içinde sizin konserinize ulaşabiliyor. Bu, özellikle genç kuşak müzisyenler için büyük bir avantaj; tanınmak, paylaşmak, farklı coğrafyalara ulaşmak artık çok daha kolay.
Ama bir yandan da şunu unutmamak lazım: Canlı performansın yerini hiçbir şey tutamaz. Müziğin salondaki titreşimi, o anda dinleyiciyle kurulan bağ, sessizliğin içindeki nefes gibi şeyler dijital ortamda kaybolabiliyor. Canlı konserin büyüsü, o anda yaşanması gereken bir şey. Ben dijitalleşmeyi müziğin bir tamamlayıcısı olarak görüyorum. Online konserler, kayıtlar, paylaşımlar çok değerli ama asıl amaç, insanları yeniden konser salonlarına çekmek olmalı. Çünkü müzik, paylaşıldığı anda gerçekten var oluyor.

Sürekli müzikle iç içe bir yaşam, dışarıdan büyüleyici görünüyor ama içinde büyük bir disiplin ve fedakârlık var. Bu yoğunluk, ailenizle ilişkinizi nasıl şekillendiriyor? Müzik evin bir parçası mı, yoksa bazen sizden çalan bir zaman mı oluyor?
Müziği sadece bir meslek olarak değil, hayatımın doğal bir parçası olarak görüyorum. Dolayısıyla iş ve özel hayat arasındaki çizgi bazen ister istemez bulanıklaşıyor. Provalar, konserler, dersler, seyahatler derken zaman gerçekten hızla akıyor. Bu yoğunluk içinde hayat arkadaşım Zeynep’in varlığı benim için büyük bir şans. Kendisi İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nda flüt sanatçısı; yani müziğin hayatın her alanına yayıldığı bir düzeni ikimiz de çok iyi biliyoruz. Zeynep’in anlayışı, desteği ve sakinliği bu yoğun temponun içinde bana denge sağlıyor.
Yoğun çalışma temposu yüzünden anneme ve dostlarıma her zaman yeterince vakit ayıramayabiliyorum ama onlar da her zaman büyük bir anlayışla yaklaşıyorlar, beni destekliyorlar. Bu benim için çok kıymetli.
Evet, müzik bazen zamanımızı çalıyor gibi görünse de aslında bizi birbirimize daha da yaklaştırıyor. Bazen bir konserden sonra evde sessizce bir kahve içmek, kedimiz Köfte’yle oynamak, o günün bütün yorgunluğunu unutturabiliyor. Müziğin hayatımdan zaman alan değil, hayatıma anlam katan bir şey olduğunu her gün biraz daha iyi anlıyorum.
